Sulak Bir Gezegenden Öyküler


Sulak Bir Gezegenden Öyküler, çevre ve ekoloji sorunlarını ahlaki ve estetik boyutlarıyla ele alması nedeniyle klasik anlamda bir “çevre kitabı” değil. İki ana bölümden oluşan kitabın birinci bölümde çevreciliğin tarihsel ve bilimsel yönleri ele alınırken, ikinci bölümünde bizde pek örneğine rastlanmayan doğa tarihi türündeki yazılar yer alıyor. Çevremizle daha uyumlu yaşayabilmemiz için bilinçli olmanın yanı sıra duygusal faktörleri de göz ardı etmememiz gerektiğinin vurgulandığı kitap, okuyucularının doğaya farklı bir açıdan bakmasını sağlamayı umuyor. Kaliforniya Üniversitesi’nin San Diego kampusunda 19 yıl araştırmacı ve öğretmen olarak çalışan Sargun A. Tont’un uzmanlık alanı deniz ekolojisidir. Yazar aynı üniversitede doğaya ilişkin farklı yaklaşımını yansıtan “Denizin Bilimi ve Şiiri”, “Çevre ve İnsan” adlı dersleri başlatmıştır.

Sulak Bir Gezegenden Öyküler

TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 44

Sargun A. Tont – 1997

Sayfa Sayısı: 191
ISBN 975-403-068-5
10. Basım – 2500 Adet

sf.5
Saatlerin bir gün ortadan kaldırıldığını düşünün, bizler için yaşam ne kadar güçleşir, değil mi? Ama bazı Eskimo kabileleri saat kullanmadıkları gibi, dillerinde ‘zaman’ kelimesi bile yoktur. Bizler fok balığını bir tek isimle biliriz; Eskimo dilinde ise fok balığı, cinsine, yaşına, hamile olup olmadığına göre bir düzine adla bilinir. Bizler hava açık veya bulutlu deyip geçerken güney denizlerinde yaşayan Maoriler tam on çeşit bulut tipini ayırt edebilirler: Ao-whekere (kasırgadan önce gelen), Ao-kanapanapa (parlak kırmızı renkleri yansıtan) ve Ao-pouri (Siyah), gibi.
sf.8
…Ratzel’in çevre çalışmalarına bakış açısı bugün bile geçerliliğini korur: “Nasıl, bir kutup ayısı veya çöl kaktüsü yaşadıkları ortamdan ayrı bilimsel olarak incelenemez ise, insanlar da yaşadıkları mekanlar gözardı edilerek incelenemezler.

sf.10
Bir ekoloğun, her bilim dalından anlamasa bile birçok bilim dalından anlaması gereklidir. Bu bakımdan, aşırı uzmanlaşmanın kol gezdiği üniversitelerde ekologlar kendine özgü bir kategori oluşturur.

sf.13
Gelin Bermudalıların başına gelen bu tür bir olaya kısaca göz atalım. 1946 yılında Bermuda Adası’na yanlışlıkla getirilen bir böcek, beş yıl kadar kısa bir zaman içinde sedir ağaçlarının %85 kadar önemli bir bölümünü yok eder. Bu felakete bir son vermek isteyen yetkililer bu böceği yediği bilinen, fakat ağaçlara zarar vermeyen, bizdeki tekke böceğine benzer bir böceği ve hymenoptera adlı bir paraziti bölgeye sokarlar. Ne yazık ki, bu işi yapanların daha önce aynı bölgeye karıncaları yemesi için ithal edilen bir kertenkele türünün sokulduğundan haberleri yoktur. Hani evdeki hesap çarşıya uymaz, diye bir deyim vardır ya, işte Bermuda’da bunun alası olur. Kertenkeleler yeni gelen tekke böceği benzerini daha lezzetli buldukları için karıncaları bırakıp onları yemeye başlarlar ve sayılarında astronomik bir artış olur. Bir kurtarıcı olarak getirilen kertenkelelerin kendileri büyük bir problem olmaya başlayınca alarma geçen ilgililer, bu kertenkeleden kurtulmak için onları yediği bilinen 200 çift kiskadee türü kuşu bölgeye salarlar. Fakat kiskadee’ler de aynı kertenkeleler gibi planı bir yana atıp kertenkele yerine dünyada sadece Bermuda’da bulunan vireo kuşunun yavrularını yemeye başlarlar. Sonunda kiskadee’lerin sayıları 100.000’in üstüne çıkar, vireo kuşunun neredeyse nesli tükenir, böcekler ağaçları yemeye devam eder ve kertenkeleler yine bildiklerini okur.

sf.14
Ekoloji biliminin çevreciliğe başka nasıl yardımcı olabileceğini göstermek için size başka bir örnek daha verelim. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde Clear Lake adlı gölde yaşayan ve kimseye zarar vermeyen bir böcek türünü, ilgililer sırf turistler rahatsız oluyor diyerek yok etmek isterler ve suya DDD (DDT’den daha az zararlı olan bir pestisid) sıkmaya başlarlar. 1949 ve 1952 yılları arasında yapılan ilaçlamalar sonucu DDD’nin suda oranı milyonda 0,02 olarak ölçülür ve bu konsantrasyon gerçekten çok küçük olduğu için kimse endişelenmez. Fakat göl ve çevresinde yaşayan bizde dalgıç veya elmebaş diye bilinen kuşların birbiri ardı sıra ölmeleri uzmanları sıkı bir araştırmaya yöneltir. Çok geçmeden bu kuşların neden öldüğü ortaya çıkar. Şimdi sudaki oranı milyonda 0,02 olan DDD, göldeki ilk besin basamağı olan planktonlarda 5,3’e, bu planktonlarla beslenen ufak balıklarda 10’a, bir üst basamaktaki balıklarda 1500’e ve elmabaşlarda 1600 gibi öldürücü boyutlara çıkmıştır. Bilim dilinde biyomagnifikasyon dediğimiz bu olay çevreye atılmış kimyasal maddelerin besin zinciri boyunca artarak depolanmasıdır.

sf.21
Eğer tarlalardaki düzeni bozmazsan o zaman ihtiyacından daha çok ürün elde edersin; eğer attığın ağın gözleri çok küçük olmazsa o zaman yeterinden daha fazla balık ve kaplumbağan olur; eğer ormana baltayı ancak belirli ve uygun zamanlarda vurursan o zaman yeterinden daha fazla keresten olur.
Mencius (M.Ö. 4 yy.)

sf.28
Avustralyalı filozof John Passmore, bir kitabında esprili bir dille anarşistleri şöyle tanıtır: “Anarşistler çeşitli çeşitli gelirler. Bireyci anarşistler, ortak çalışmayı seven anarşistler… dinsiz anarşistler, Hıristiyan anarşistler…” Bütün bu ayrıntılara rağmen anarşistlerin ortak inançları vardır. bunların başında insanların hür doğduğu fakat otoriteye dayanan hiyerarşik bir ortamda yetiştikleri için özgürlüklerini yitirdikleri gelir. Yüzyıllar boyunca kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yapılması, diğer canlıları hor görmemiz, otoriteye dayanan hiyerarşik düzenin doğal sonucudur.

sf.29
Feminist ekoloji deyimi ilk olarak Fransız yazarı Françoise d’eaubonne tarafından 1974’te kullanılmıştır. Eko-feministlere göre, yüzyıllar boyunca kadın ve doğa aynı kaderi paylaşmış, ikisi de hor görülmüş, aşağılanmış ve ikisine de eziyet edilmiştir.

sf.30
Birçok evi çekip çevirenin kadınlar olduğunu gözönünde tutarsak, birlikte hareket eden bir kadın ‘ordusunun’ ticari kuruluşları doğayla daha uyumlu malzeme üretmeye ikna etmesinin çok daha güç olmayacağını kavrarız.

sf.31
Derin ekoloji (deep ecology), Norveçli ilim filozofu Arne Naess’ın 1973 yılında Bükreş’te bir konferansta yaptığı konuşmayla başlar. … Naess’a göre, çevre sorunları gelişmiş ülkelerin kendi çıkarlarına göre düzenledikleri, kısa vadeli, yüzeyde kalan çözümlerle ortadan kalkmaz. Yepyeni bir düzen gereklidir. Derin ekologların ana felsefesi oldukça ilginç kaynaklara dayanır: Gandi, Spinoza, Aldo Leopold, Budizm, Gestalt Psikolojisi, ve en önemlisi, ekolojik teoriler. İnsanlar doğal ortamdan ayrı, özel yaratıklar olarak görülemez. Doğada insan yerine, doğayla uyumlu, bütün yaratıkları içine alan doğasal bir bütün düşünmek gerekir. Derin ekologlara göre bu kurallara mantık (reason) kullanarak varılması şart olmayıp sezgi (intuition) yeterlidir. Mantıktan ziyade sezgiye önem vermeleri onları klasik batı felsefi görüşünden ayırır. Başka ilginç bir yönleri de doğa sorunlarının merkezi otoritelerin dışında, halkın içinden kaynaklanan hareketlerle çözülebileceğine inanmalarıdır. Fen bilimlerine karşı değillerdir, fakat karar yetkisinin uzmanların elinden alınıp halka verilmesini tercih ederler.

sf.32
Aşırı uzmanlaşmanın toplumlara faydadan çok zarar verdiği, daha çevre sorunları ortaya çıkmadan evvel başlayan ve tartışmalara yol açan bir konudur. Bir uzmanın kendi alanından başka konulardan haberi olmaması, her fırsatta kendi çıkarını gözetmesi, başkalarının fikirlerine önem vermemesi, otoritesini sarsacak en ufak bir hareketten rahatsız olması, onlara karşı yöneltilen eleştirilerin bazılarıdır. Bu suçlamalar sadece dışarıdan değil, fen biliminin en yüksek düzeylerine ulaşmış, aralarında Nobel ödülü alanlar da bulunan kişiler tarafından ortaya atılmaktadır. Eğer bu eleştiriler doğru ise, çözümü ancak çeşitli uzmanların ortak çalışmasıyla mümkün olabilecek ekolojik problemlerin önlenmesi olanaksızdır. Nerdeyse bir nevi sosyal kanun durumuna gelen uzmanlaşmanın önüne geçilmesi, bugünkü uzmanların ellerinden karar yetkisinin alınması, ancak halkın eğitilip aydınlanmasıyla mümkündür. Uzmanların da, aynen bürokratlar gibi, eninde sonunda kendilerine zarar verecek bir halk eğitimine izin verecekleri şüphelidir.

sf.33
Öte yandan, Naess’ın önerdiği Buda’ya, Gandi’ye dayanan, daha çok manevi değerlere önem veren bir yaşam türünün, aşırı tüketimi bir sanat haline getirmiş Amerika, Almanya, Fransa gibi ülkelerde tutulup yayılması beklenemez.

sf.33
Peki ama, diyeceksiniz, o zaman anahtar nerede saklı? İpucu verelim. enflasyonu durdurmak mı yoksa ücretleri enflasyona göre ayarlamak mı daha mantıki, daha akıllıca bir harekettir? Aç bir adama elimizdeki fazla balığı vererek karnını doyurmak mı, yoksa ona balık tutmayı öğretmek mi daha iyi bir davranış? Elbette enflasyonu indirmek daha akıllıca bir davranıştır. Aynı şekilde, balık verdiğiniz adam yalnız o gün için toktur, balık tutmasını bilen adam ise ömrü boyunca tok olacaktır. Çevre sorunlarına da aynı gözle bakabiliriz. Neden mabetler bir toplumun en temiz, en bakımlı yerleridir? sokakları tozdan ve pislikten geçilmeyen köylerde bile neden evlerin içi pırıl pırıldır? Bütün bunlar mabetlerimizi ve evlerimizi nasıl algıladığımız ile ilgilidir, tabii. Şimdi o sokağı kirleten bir kişiyi yaptığı işin kendi evini, diğer 10 milyar insan ile paylaştığı dünya evini, kirlettiğini veya yaptığı hareketin bütün sağlık sorunları ötesinde, bir ahlaksızlık olduğu konusunda ikna edebilirseniz işte o zaman kirlenme sorunları daha ortaya çıkmadan önlenir. …bugün karşı karşıya kaldığımız birçok çevre sorununun kökeninde doğa sevgi ve saygısının yeteri kadar gelişmemiş olması yatıyor.